Tokuroğlu: Kapitalizm için kadın emeği bir kayıp

İstihdama erişim, toplumsal hiyerarşi kuruluşunda, bir emek kategorisinin dışlanması ve farklılaştırılması açısından çok önemli rol oynar. Dolayısıyla kadın-erkek arasındaki farklılıklar emek piyasasında her gün yeniden kurulur. Zira kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal ilişki toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü ile varlığını sürdürür. Kadın ve erkek emeğinin farklılaşmasına dayalı olan cinsiyete dayalı iş bölümü erkeğin kadın üzerindeki iktidarını ifade eder. Dolayısıyla bir toplumda kadının istihdam oranı ve  emek piyasasındaki çalışma koşulları kadının o toplumdaki statüsüyle ilgili ipuçları verecektir. Türkiye’de kadın istihdamını; istihdama erişim olanakları, cinsiyet ayrımcılığı, ev işçiliği ve özellikle neoliberal politikaların dayattığı kayıt dışı çalışma, geçici işçilik bağlamında Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Belma Tokuroğlu’yla konuştuk.

Burcu Ünalan Aktaş: Türkiye’de kadın istihdamına yönelik bir çalışmanız olduğunu biliyoruz. çalışmanız ve son dönemde açıklanan resmi araştırma sonuçları birlikte düşünüldüğünde kadının ekonomik alandaki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizim Nisan 2007-Eylül 2008 arasında Prof. Dr. Suna Başak başkanlığında TÜBİTAK’a yaptığımız “Kamu, Özel ve Gönüllü Kuruluş Örneklerinde Farklı Tabakalardan Çalışan Kadın Sosyal Sermayeleri” isimli çalışmada İş-Kur,  TOBB ve Halk Bankası’nda araştırma yaptık. Kamu ve özel ve banka olmak üzere üç farklı kurumda bir fark olup olmadığını araştırdık. Ancak kadın konusunda bu kurumlar içinde hiçbir farklılık çıkmadı. Hatta daha önce yaptığımız çalışmalardan da biliyoruz ki Türkiye’de kadın söz konusu olduğunda ideolojiler arasında, zihniyetler arasında, kurumların sivil toplum örgütü veya devlet örgütü olması arasında hiçbir fark yok. Yani önemli alanlardan biri toplumsal cinsiyet bu açıdan. Hangi ideolojiden ve partiden olursa olsun herkesin “önce Türkiye’yi kalkındıralım, işsizlik bitsin, zaten bu arada otomatik olarak kadının da tüm sorunları ortadan kalkmış olacak” türünden bir yanılgısı var. Bizim çalışmamıza baktığımızda ilginç birkaç nokta var. Bunlardan bir tanesi, ki bana göre en önemlisi bu, kadınların kendi sorunlarının ve toplumsal cinsiyet rol farklılıklarının farkında olmamaları. Zaten genel müdür yardımcısı düzeyinde kadın yok, üst düzeyde kadın yok; yani en fazla seksiyon müdürleri düzeyinde kadın var. Türkiye’de üst düzey karar mekanizmalarında yer alan kadın oranı 8.5 gibi bir rakamdır. Çalışmamızdan sonra kadınların bir kısmıyla derinlemesine bir konuşma da yaptık. Onlara, önce toplumsal cinsiyet rollerini tartışsak ve değiştirsek; yani “erkek işi”, “kadın işi” diye iş ayrımı olmasa, erkekler de kadınların yaptığı işleri yapsalar ya da kreş veya anaokulu sadece “on tane kadın işçi çalışan her yerde”  değil de “işçi çalışan her yerde” kreş açılsa,  bir baba da çocuğunu kreşe getirebilse, dedik. Çünkü kadın olarak siz yükselseniz bile, hem müdürlük yapacaksınız hem de evinizde annelik, ev kadınlığı yükünüz iki katına çıkacak. Ancak hiçbir kadın bunu kabul etmedi. Her ikisini de yapacaklarını söylediler. Bizim, kadının güçlü, mükemmel, dört dörtlük, dayanıklı olduğuna dair, erkek dayanamaz ama kadın dayanır, çözer gibi metaforumuz var. Bizim bu çalışmada bulduğumuz en önemli nokta; toplumsal cinsiyet rollerinin eşitsiz olduğunu, bir kere kadınların kabul etmiyor olması. Bir kurumda yönetici bir erkeğe eşinin sosyal sermayesini sorduğumuzda ise, önce kavramı “para” olarak algılayıp sonra “ne sosyal sermayesi, biz çalışıyoruz ya, eve para götürüyoruz ya” şeklinde cevap verdi. “Kadına ayrıca hiçbir şeye gerek yok” zihniyeti var erkeklerde de. Bu iki algı birbirini tamamlıyor. Erkek para kazanır, kadın evde işlerini yürütür. Burada “kadın neden dışarda yorulsun ki” zihniyetinin arkasında kadının çocuk bakımı ve işleri ile ilgili işlerinin “ikincil işler”, “önemsiz işler” olarak görülmesi var. En vahim unsur bu. Bu işin temeline gittiğimizde, yani taş devrinden başladığımızda, erkek mağaranın dışındadır, avcılık yapar, savaşır, oku vardır, yayı vardır, geyik avlar, getirir, çoluk çocuk-kadın yerler. O, efsanelere giren, filmlerde anlatılan, ödüllendirilen, erkeğin onurlandırıldığı önemli bir iştir. Hiçbir kadın yoktur ki çocuğunu büyüttüğü, ev işi yaptığı, temizlik yaptığı için onurlandırılsın. Ev işi değersizleştiriliyor ve karşılığı da yok; kadın bunları yapmak zorunda, doğuştan gelen özellikleri nedeniyle. Ama bu ne tek tanrılı dinlerin kitaplarında ne başka bir kanunun maddesinde yazar. Bu tamamen zihinde ürettiğimiz bir şey. Kadının evin içine ait olması, ev işlerini karşılıksız olarak yapmasını mit haline getirmişiz. Üstelik fedakâr olması, namus konusunda fedakâr olması, tüm cinsel ihtiyaçlardan soyutlanması kutsanır. Bunların hepsi birbirine bağlı unsurlar.

Yani bir anlamda yaptığınız araştırma bildiğimiz sonuçların sağlaması niteliğinde. Peki, elimizde bu kurumlardaki kadın istihdam oranlarının sonuçları var mı?

Bu üç kurumda da kadın ve erkek çalışan oranı hemen hemen eşitti. Tabi üç kurum Ankara’daki belli başlı kurumlardı sonuçta. Burada asıl önemli olan müsteşar, genel müdür, genel müdür yardımcısı düzeyinde yönetici kadın olmaması ya da bir iki tane olması. Ve genellikle sözlü sınavlarda toplumsal cinsiyet ayrımının yapılmadığını söylediler. Kadın ve erkekler eşit şartlarda bütün sınavlara katılabiliyorlar ama kadınların kendisi yükselme sırasında geri çekiliyor. Çünkü müfettişlik, genel müdür yardımcılığı gibi mesleklerde o işin gereği olarak örneğin 15 gün şehir dışına, teftişe gitmesi gerekecek. Ama çocuk, ev işi ya da hasta bakımı onun üzerinde olduğu için, 15 gün gidemeyeceğinden kadın kendisi feragat ediyor bu işten. Bunun için en başta toplumsal cinsiyet rollerinin sorgulanıp dönüştürülmesi lazım. Araştırmayı belki de Ankara’da yaptığımız için namus ya da ahlak problemleri çok ön planda değildi bu yüzden bir erkek genel müdür yardımcısıyla yaptığımız mülakatta çok rahatlıkla karısının da şehir dışındaki teftişlere gidebileceğini, eşine güvendiğini hatta kadın gözüyle kendisinin göremeyeceklerini dahi görebileceğini söylüyor. Ama evin işleri ve çocuklar ne olacak diyor. “Ben bakarım” diyemiyor çünkü “karım bana çocuk bakımında güvenmez” diyor. Kendisi ise “ben giderim çünkü karım evde, bu yüzden çocuklar ve evden eminim” diyebiliyor. Böyle bir toplumsal cinsiyet iş bölümü olduğu için esas problem bu. Görünmeyen cam tavanlar kavramı çok önemli. Kadın bütün gerekli niteliklere sahip, yukarıya daha yüksek notlar alarak gelmiş; ama genel müdürlük, genel müdür yardımcılığı, müfettişlik söz konusu olduğunda sınavlarına girip başarılı olsa da çalışma koşulları nedeniyle geri çekiliyor. Geri çekilme nedeni de devletin çalışan kadınlar için çocuk bakımı, ev işlerinin yürütülmesi ile ilgili önlemleri almaması. Bu yüzden belirli kanunları çıkarsak da zihniyetimiz değişmediği için o kanunların kadınlar lehine değişmesinin hiçbir anlamı kalmıyor. Kanun diyor ki kadın erkek eşittir; kadınlar genel müdür, müfettiş olamaz diyen bir kanunumuz yok.

“Kadın, uygarlık algısında ölçü alınıyor”

İş Kanunu, ILO ve İş-Kur hükümleri de kadın-erkek eşitliği yönünde ve uygulamaya 2000’lerde geçilse de 1984’te SEDAV(Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi)’ı imzaladı Türkiye. Ancak bu, daha çok dışarıya hesap verilebilir olmaktan kaynaklanıyor. Aslında Cumhuriyetten beri böyle. 1923’ten itibaren hep Avrupa’ya, Batı’ya hesap verebilirlik konumunda bir Türkiye var ve bu hesap verebilirliğin en kolay muhasebesi de kadın yoluyla yapılıyor. Örneğin seçme ve seçilme hakkı veriyorsunuz kadınlara ve Batı’ya dönüp “bizim memlekette kadınlar belediye başkanı da olabiliyor, vekil de olabiliyor” diyorsunuz. Olabiliyor ama oluyor mu? Oluyor bölümü eksik. Türkiye’ye en ufak bir “faşizme mi kayıyorsun, irtica tehlikesi mi var, muhafazakârlaşıyor musun” dendiğinde hep kadın tablosu ön plana çıkarılıyor. Baktığımız zaman bu Cumhuriyet algısında da muhafazakârlık algısında da böyle. Kadın uygarlık algısında bir ölçü, cetvel olarak alınıyor ama uygulama göremiyoruz. Örneğin Medeni Kanun’un ilgili maddesinde geçen “erkek evin reisidir” ibaresi 2001 yılında değiştirildi. Ama bu değişiklikten kimsenin haberi yok. Avukatlar, ilgili alanda okuyan öğrenciler, hocalar biliyor sadece Medeni Kanun’un “kadın ve erkek evin ortak yürütücüsüdür” maddesini. Ama bu, erkekler ve kadınlar için çok bir şey ifade etmiyor. Çünkü “ortak yürütücülük” zihniyette, uygulamada olan bir şey, kanun maddesine koymak bu yüzden çok anlam ifade etmiyor.

Çizdiğiniz tabloya göre, kadın ekonomiden dışlanmış, üretim araçlarından mahrumdur. Kadın emeğinin ev içi üretime hapsedilmesinin toplumsal cinsiyet hiyerarşisi açısından etkileri nelerdir?

Toplumsal cinsiyet hiyerarşisi zaten varken kadının eve hapsedilmesi onu yeniden üreten, kurgulayan bir şey. Burada iki tane temel unsur var. Birincisi kadının eğitimi konusunda bir ayrımcılık var. Türkiye’deki bir diğer vahim durum da eğitim görse bile, üniversiteyi, enstitüyü bitirse bile dışarıda çalışmayan kadın sayısı çok fazla. Yani eğitimi sadece daha bilgili olmak için, daha iyi eş olabilmek, daha iyi çocuk yetiştirebilmek için alanlar var. Yani herhangi bir istihdam alanında bilgisini kullanmayanlar çok fazla. Diğer önemli unsur da toplumsal değer ve normların devreye girmesiyle oluşan toplumsal kamusal alan-özel alan ayrımıdır. Kamusal alan kavramı da Türkiye’de çok yanlış bilinen bir kavram. Bu bir bina ya da yer, park vesaire değil. Kamusal alan, çok özgürce kendi fikirlerimizi serdedeceğimiz, söyleyeceğimiz, tartışacağımız alandır ki demokrasiyi burada kurgularız. Aslında kadının evin içine hapsolup kamusal alana çıkmamasını biz sadece işgücü açısından düşünüyoruz ancak bir boyutuyla da demokrasiye katılmıyor kadın. Yani siyasal üst yapının kurulmasına katılmıyor kadın, oradaki tartışmalara katılmıyor kadın. Bu da çok önemlidir. İlkokul mezunu bir kadın da olabilir, tarım alanında çalışan bir kadın da olabilir, kadın kamusal alana gelip kendi derdini, siyaset hakkında ekonomi hakkında ne düşündüğünü anlatamıyor. Çünkü iki taraflı bir algı var. Daha önce de bahsettiğimiz değersizleştirme buraya da yansıyor. Kadın çocuk işinden anlar, ev işinden anlar; başka hiçbir şeyden anlamaz pozisyonuna düşürüyor kadını. Hâlbuki bugün baktığımız zaman tarlada çalışan bir kadının da bu konularda fikri vardır, sorulsa ya da cesaretlendirilse. Tabi toplum içinde böyle bir destek görülmediği için, aile içinde de toplumsal değer olarak öyle yetiştirildiği için, tamamen kendine güvensiz bir kadın nesliyle karşı karşıya kalıyoruz. Yükseköğretimlilerde, mühendis, mimar hatta avukatlar da bile bu yaklaşım var. Mesela “ben anlamam politikadan” ya da “ne konuşabilirim” diyor.

“Siz erkekler daha iyi bilirsiniz”

Türkiye’nin başka bir kötü geleneği de, siyasetin sıradan vatandaşın işi değil de çok profesyonel politikacının işiymiş gibi algılanması. Bunu kadın daha ağırlıklı hissediyor. Bir önerisi var kafasında belki ama kendini cesaretlendirip ön plana çıkaramıyor. Hep bastırılıyor. Kamusal alana çıkmamasının en önemli problemlerinden birisi bu. Bunun en önemli örneklerinden biri de benim tez çalışmamda karşıma çıkmıştı. Zabıt tutanaklarında görüyoruz ki Mustafa Kemal’in seçtiği kadın milletvekilleri Meclis konuşmalarında söze başlarken “kusura bakmayın”, “affedersiniz”, “siz erkekler daha bilirsiniz ama” diyorlar. Erkeğe böylesine bir üstünlük vererek ve kendisini erkeğe göre hizalamaktan vazgeçmek gerekiyor. Bu hiyerarşi aslında bugünkü feminist bakışta bile var. Artık kadını erkeğe göre konumlandırmaktan vazgeçmek gerekiyor. Eğer biz kadın-erkek eşitliğinde artı politikalar istiyorsak pozitif ayrımcılık, kadınların korunması, onlara daha fazla yer açılması gerekli ki o kapalı alanlar nedeniyle açılan ara kapansın. Ama biz hep erkeğe göre bir kadın imajı belirliyoruz. Bundan da vazgeçmemiz lazım, erkek bizim çıtamız olmamalı. Kadınlar ne yapabilirler? Nedir potansiyelleri? Erkeklerle yarışmak zorunda değiller yani bu alanda. Şu söylemde yanlış bana göre “erkek genel müdürlük yapabiliyorsa kadın da yapar”. Hayır, genel müdürlük, belirli eğitimleri, formasyonları aldığınız zaman herkesin yapabileceği bir iş. Dolayısıyla biz erkeklerin yaptıkları işleri, biraz önce bahsettiğimiz ilk kadın milletvekilleri gibi çok üst konumda tutuyoruz. İlk çağdaki gibi avlanmak, savaşmak çok önemlidir. Ama bir çocuğu yetiştirmek önemsiz midir? Çocuk devletin, o toplumun geleceğidir. Bu anlamda babaların kız çocuklar hakkındaki, annelerin de erkek çocuk hakkındaki zihniyetlerinin yıkılması gerekiyor. Ben bu açıdan çok şanslı bir kadınım. Mesela rahmetli babam bir erkek kardeşim daha olmasına rağmen, evde ütü, fırın, priz tamir edileceği zaman beni de o işi öğrenmem için çağırıyordu. Ve “ileride evlenmek zorunda değilsin, yalnız da yaşayabilirsin, bu işler pratik hayatın gerekleri, sen de öğren” diyordu. Burada bu pratik bilgilerin insan için olması çok önemli; yani “insan” kavramı. Türkiye’deki kadınla ilgili değişen kanunların, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün projelerinin kökeni Batı’dan gelen kadının insan hakları düşüncesinden geliyor. Dolayısıyla insan hakkını ön plana almamız gerekiyor. Kızınız da yaşayacak, illa evlenmesi şart değil, tek başına hayat kurabilir ya da evlenip birisiyle hayat kurabilir ama o da ütü tamir etsin, kocası yemeği yapsın, ev işlerini istedikleri gibi bölüşsünler. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet hiyerarşisini biz sürekli üretiyoruz.

Başbakanlık tarafından 2010 yılında “Kadın İstihdamının Artırılması ve Fırsat Eşitliğinin Sağlanması”na yönelik bir genelge çıkarılmıştı. Ancak genelgenin uygulanıp uygulanmadığına yönelik KEİG’in(Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi) yaptığı araştırmaya göre genelgenin çok az sayıda kurum dışında bilinmediği ve pek çok maddesinin de uygulanmadığı sonucu ortaya çıkmıştır. Bu durumda AKP’nin kadının istihdamına yönelik politikalarını nasıl değerlendirmek gerekir?

Kadın istihdamının artırılması ve eşitliğin sağlanması kanun maddesi olarak kalıyor. Kadın girişimciliği faaliyetinde TOBB’un, KOSGEB’in ve başka kuruluşların kadın girişimciler kurulları, illerdeki odaların öncülüğünde kadın girişim projelerinin değerlendirildiği kurullar, İş-Kur’un yürüttüğü ILO’nun “Kendi İşini Kur” projesi var. Ancak bu kurullardan gelen kadınlarla yapılan konuşmalarda hep söylenen bu kurullarda yani projelerin uygulama kısmında sadece bir kadın olduğu ya da hiç kadının olmadığı yönünde. Kurullarda kadın bulunmadığı için kadınları cesaretlendirecek bir yapı yok, kadın projeleri de oluşmuyor. İki tane boyutu var bu durumunun. Birincisi kadınlar, çeşitli şehirlerdeki kurullara biraz önce söylediğimiz engeller dolayısıyla cesaret edip başvuramıyorlar. Kadınlar risk alamıyorlar. Örneğin bir projeye girip ben şu kadar halı ya da kilim üretebilirim veya evimde şu işi yapabilirim, şu ürünü satabilirim. Kurullarda da alınacak karar doğrultusunda projeye parasal destek verilecek ve kadın işini kuracak. Ama bunun riskleri var; o iş batarsa, yapamazsa ne olacak, kredi nasıl geri dönecek gibi. Bu projelere girecek kadının eğitimi yok zaten. Bir de kurullarda görev alan kadınların çoğu gönüllü. Bu işe kendini vakfeden kadınlar bu işe giriyor ve onların şikâyeti girişimci çok sayıda kadın olmasına rağmen onlara bir rol model olmadığı yönünde. Onları cesaretlendirecek, onları itecek örnekler de çok az diyorlar. Birisi dese ki bak ben kendi alın terimle yaptım, sonunda da şu kadar kar ettim, bankada da şu kadar hesabım var diye. Kurullarda kadın olmamasının ikinci boyutu da erkeklerin başvurması ve kurul erkeklerden oluştuğu için de erkek projelerinin maddi destek görmesi. Çünkü başvuran kadın girişimci yok; kurullarda projeleri değerlendirecek kadın sayısı da çok az. Bu nedenle örneğin TOBB’un çeşitli illerdeki kadın kurullarında çalışan kadınlar, özel olarak şehirde dolaşıp kadınları girişimcilik alanında bilgilendiriyor ve destekliyorlar. Bu açıdan baktığımızda devletin bu alanda çıkardığı yasalar da uygulanmıyor. Çünkü bu alanda yatırımlar çok az. Kar getiren bir alan değil. Türkiye’nin de içine girdiği, liberal, yeni dünya düzeni dediğimiz, neoliberal dediğimiz düzende kar maksimizasyonu önemli. Artık kapitalizmin, yeni dünya düzeninin içinde girmiş neredeyse hiçbir hükümet bir sosyal politika yatırımı yapmıyor, yapmak istemiyor. Çünkü kadınları destekleyeceği bu alan, ekstra bir alan. Dolayısıyla karlı bir alan değil, devlete bunun hiçbir katkısı yok. Uzun vadede katkısı var ama onu göze almıyor ya da almak istemiyor hükümetler.

Peki çıkardıkları yasaları uygulamıyor olmaları da yine toplumsal cinsiyet hiyerarşisi mantığından çıkamamış olmalarından mı kaynaklanıyor?

Tabi ki. Gerek hükümetin, gerek devletin her kademesinde ve toplumsal kademelerdeki, buna okumuş aydın insanlardan oluştuğunu düşündüğümüz üniversiteler de dahil olmak üzere, zihniyetlerimizde kadın erkek eşit değil. Kadın erkek eşitliği üniversitedeki rektörün zihniyetinde de yok. Örneğin üniversitede bir Kadın Sorunları Araştırma Merkezi açabilmeniz için alelade, sıradan bir bölüm açarken gösterdiğiniz eylemden beş misli daha fazla çaba göstermeniz lazım. “Avrupa Avrupa” diyoruz ama Avrupa üniversitelerinde okutulan bir “gender politics”( toplumsal cinsiyet politikaları), “gender society” (toplumsal cinsiyet ve toplum) dersi gibi Türkiye’de de lisans eğitimine toplumsal cinsiyet dersi koymaya çalıştığınızda engelleniyorsunuz. Çünkü bölüm kurulu, fakülte kurulu ve üniversite senatosunun da yüzde doksan beşi erkek. Erkek bakış tarzı kadınların çoğunda da var. Ama erkek bakış tarzı iktidardan başlayarak, aşağıya doğru, bütün birimlerde, üniversitelerde, sivil toplum kuruluşlarında, hatta biraz önce söylediğimiz kapitalizme, yeni dünya düzenine karşı çıkan gruplarda, sendikalarda da bulunuyor. Örneğin en çok sendikalarda, iktidarın karşısında muhalefet olan grupların kadın kollarında veya iktidara muhalif sivil toplum kuruluşlarında bekliyorsunuz erkek zihniyete sahip olmamasını. Dolayısıyla AKP’nin erkek zihniyete sahip olması ülkeyi yöneten parti o olduğu için önemli. Benim kişisel kanaatime göre Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, söylemlerine baktığımızda, çok çabalayan bir insan. Ama nasıl benim söylemim bölüm kurulunda ses getirmiyorsa, Fatma Şahin’in bu söylemleri de partisinde ses getirmiyor. Partisinin baskısı olmasa bakanlığın ismini “Kadın ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” yapar. Ama o kadar erkek egemen bir parti ki Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye’deki bütün partiler gibi, hiçbir yol açmıyor. Vitrin olarak meclise kadın milletvekili sokmak yeterli değil. Zihniyet olarak o parti kadına nasıl bakıyor, bunu okumak gerekiyor. Başbakan da “kadın erkek eşit değildir, birbirinin mütemmim cüzüdür” diyor. Kim mütemmimdir kim cüzdür, onu zihniyetin içinden okuyoruz. Ama başbakanın bu söylemi sadece başbakanla sınırlı değil. Aslında her erkek, istisnalar olabilir, böyle görüyor. Kendisiyle eşit, aynı kulvarda, aynı şekilde yarışan bir kadının varlığını kabul eden erkek sayısının ben Türkiye’de %5 olduğuna inanıyorum. Yani yan yana yürümeyi kabul etmiyor.

İstihdama erişimde engellerle karşılaşmak dışında kadınlar istihdam içinde de çeşitli zorluklara maruz kalmakta. Mobbing, fırsat eşitliğinin bulunmaması, kadına yönelik meslek kategorilerinin oluşturulması, eşdeğer işlerde çalışmalarına rağmen daha düşük ücretler almak ya da kayıt dışı işlerde çalışmaya zorlanmak gibi. Tüm bu olumsuzlukların kadının iş piyasasında tutunabilmesindeki etkileri nelerdir?

Bu saydığınız olumsuzluklar, kadını iş gücü piyasasından uzaklaştıran unsurlardan birkaç tanesi. Mobbing Türkiye’de yeni yeni duyulsa da, Avrupa’da çok uzun süredir var olan bir unsurdur ve patronların ya da kamu kurumlarında müdürlerin genelde kadın ya da erkek herkese uyguladığı bir şeydir. Siyasal eğilim, ortak kararlara katılıp katılamama gibi unsurlar devreye girebiliyor. Ama bizim gibi olan ülkelerde hala namus ve ahlak konusunda ikilem yaşıyoruz. Kadın hareketlerinden, giyiminden, saçından, gözünden, kaşından, gülüşünden, bakışından anlam çıkardığımız bir varlık. Dolayısıyla şeref ve onur, bu Doğu’da da Batıda da böyle, erkeğe ait bir şeydir. Kadın da o şerefi ve onuru taşıması gereken kişidir. Yani erkekten azade bir şeref ya da namusu da düşünülmez aslında kadının. Kadının hükümet politikalarında “aile” içine alınmasının nedeni de bu aslında. Yine bir erkek olumlama işlevi var. “Aileden bağımsız kadın mı olur?” zihniyeti var. Burada problem şu, kadın mobbingi şikâyet etse erkek reddediyor kolaylıkla. Ama sesini çıkarmazsa mobbing de devam ediyor. Mobbingi sürdüren bir de kadın boyutu var. Bizim yaptığımız araştırmada da çok nadir olmasına rağmen vardı. Örneğin bazı kadınlar bazı kadınların cinselliklerini kullanarak yükseldiklerini iddia ettiler. Yani “aslında yönetici olacak kapasiteye sahip değil ama onun başka özellikleri var” gibi. Hakikaten donanımlı, bilgili bir kadındır belki ancak meslektaşları çekemiyordur ve böyle bir iftira atılıyordur, bu da bir mobbingtir. Eş değer işlerde daha az ücretlerle çalışmak, güvencesiz işlerde çalışmak da çok önemli. Bir kere işsizlik varsa ülkenizde daima patronun sizi tehdit edebileceği bir unsur vardır; “seni atarım senin yerine senin yarı fiyatına çalışacak bir işçi alırım.” Hakikaten de şöyle bir şey var, işsizlik politikası artık uluslararası düzeyde, uluslararası şirketler işsizliğin çok yoğun olduğu ülkelere gidiyorlar. Neden? Çünkü günlük 100 liraya çalıştıracağı bir işçiyi, işsizliğin az olduğu ülkede günlük 5 liraya, 10 liraya, 20 liraya çalıştırabiliyor. Üstüne üstlük kadın ve çocuk olursa işçiyi daha fazla sömürebiliyor; çünkü kadın ve çocuk itiraz şansı daha az bir kesimi temsil ediyor. Dolayısıyla statüsü, verimi, kazancı düşük işlerde kadınlar tercih ediliyor genelde.

Tam da bu noktada 1980 itibariyle neo-liberal politikaların uygulamaya başlanmasıyla birlikte üretim masraflarının azaltılması, yeni rekabet koşullarına uyum sağlamak amacıyla esnek çalışma saatleri, geçici ve kısmi süreli işler, kayıt dışılık, sosyal güvenceden yoksunluğa dayalı çalışma koşullarının özellikle kadın emeği üzerinde hâkim olmasının cinsiyete dayalı iş bölümünü derinleştirmede etkilerinin neler olduğunu söyleyebiliriz?

Öncelikle kadın kar maksimizasyonu sağlıyor. Türkiye’de hasta bakımı, çocuk bakımı, ev temizliği gibi işlerde kayıt dışı çalışıyor kadınlar mesela. Ücretleri tamamen işverenin insafına kalmış ve hiçbir güvencesi yok. Aynı şekilde şirketlerde çalıştığı zaman da genellikle işverenin işçinin sosyal güvencesini ödeyip ödemediğinin takip edilmemesi, devletin ihmalinden kaynaklanan unsurlar nedeniyle kadın daha çok sömürülüyor. 2007’de 6 aylık ücretsiz çocuk bakım izninin hem erkeğe hem de kadına verileceğine dair bir tartışma vardı ancak bunun arkası gelmedi, hükümet bunu takip etmedi. Bu aslında çok önemli bir zihniyet dönüşümdür; yani “erkek de baba olarak çocuğa bakmalıdır.” Dolayısıyla kadın da 6 ay ücretsiz izin alıp evde duracak erkek de 6 ay izin alıp evde duracaktır. Ki bu zihniyet dönüşümünü de sağlayacak bir unsurdu. Tabi uygulamada ne kadar başarılı olacağını yaşamadığımız için bilmiyoruz. Ayrıca kreş uygulaması, huzurevlerinin, hasta bakım evlerinin geliştirilmemesi de önemlidir. Şunu da söylemek gerekir ki bugün Avrupa huzurevlerinden, hasta bakım evlerinden “evde bakım”a geri dönüyor. Çünkü hasta insanların, yaşlıların çoğu kendilerini daha güvende hissettikleri için evlerinde olmak istiyorlar. Hastaya evde bakma masraflarını devlete yüklemiştir Avrupa. Örneğin sosyal güvenlik hizmeti olarak evinize doktor geliyor veya bir kurum var, o kuruma bağlı bakıcı bulabiliyorsunuz ve devlet size maddi destek sağlıyor. Ama bunlar Türkiye’de yok. Yine 2006-2007’de bir kurumda, kadın olsun erkek olsun, 1 tane bile çalışan varsa işverene mutlaka kreş hizmetini sağlamak zorunluluğu getirilmeye çalışıldı; ancak hükümet bunun da uygulamasını takip etmedi. Bugün özel kreşler Türkiye’deki çalışan insanların karşılayamayacağı, çok yüksek fiyatlarda hizmet veriyor. Ve kadın da “ben kreşe ayda bin lira vereceğime, çalışmam evde otururum, çocuğuma bakarım” diyor. Bu da kadını, çalışma hayatından geriye çeken en önemli unsur. Ancak sosyal güvenlik politikalarının uygulandığı Avrupa’da da toplumsal cinsiyet rol paylaşımı var ve kadın daha acımasız koşullarda çalışıyor. Eşit işe eşit ücret uygulamasının olmaması, esnek çalışma saatleri orada daha fazla.

“Kapitalizm için kadın emeği bir kayıp”

Kadınların doğum izni kullanımı da yöneticilerin inisiyatifinde. TÜBİTAK’a  yaptığımız araştırmada erkek yöneticiler, işyerinde yapılan sınavda kadın daha başarılı olsa da, kadınların ileride evlenip 9 ay doğum izni kullanacak olması işleri aksatacağından kadınların tercih edilmediğini söylemişlerdi. Evlenmemek ve çocuk doğurmamak gibi maddeleri insan haklarına aykırı olduğu için sözleşmeye koyamadıklarını söylüyor. Ayrıca erkek yöneticiler projelerde kadınlarla çalışmakta onları caydıran bir unsurun da projeye kadınların dahil edilip 9 ay izin kullanması halinde, o kişi yerine kimseyi koyamamak olduğunu söylediler. Yani kapitalizm açısından kadın emeği bir kayıp olarak görülüyor.

Kadın emeğinin istihdamı denildiğinde pek akla gelmese de bugün ev işçisi kadınlar kadın emeğinin büyük kısmını oluşturuyor. Kayıt dışı ve güvencesiz çalışan ev işçisi kadınlara yönelik hiçbir yasal koruyucu düzenleme bulunmadığı gibi ev işçileri İş Kanunu’nda da kapsam dışında sayılıyor. ILO’nun(Uluslararası Çalışma Örgütü) verilerine göre Türkiye’de 2011 yılında 51 ev işçisinin öldüğü, 400’ünün de taciz ve tecavüze maruz kaldığını düşündüğümüzde gerekli adımların atılmamasının nedenleri sizce nelerdir? Neler yapılabilir?

Öncelikle işgücü karar mekanizmalarında kadınlar bulunmuyor. Kadınların bu sorunlarını dile getirecek işgücü piyasasının düzenlenmesiyle ilgili kararları alan kadınlar yok. İkincisi Türkiye’de bu tür alanlarda mesela ev işlerinde çalışan kadınların örgütlenmesi, sivil toplum kuruluşları oluşturması çok hoş karşılanmıyor. Burada en önemli görev yerel yönetimlere düşüyor ama yerel yönetimler çok duyarsız bu konuda. Örneğin yerel yönetimler kadın girişimciliğini, kadın istihdamını esnaf ve sanatkârlar odalarıyla, TOBB’la birlikte düzenleyebilirler; çalışmak isteyen kadınlar buralara başvurabilir, gerekli cezai yaptırımlar uygulanabilir. Ama bu alanın düzenlenmemesi, denetlenmemesi serbest piyasa oluşturuyor ve devletin de işine geliyor. Çünkü bu kadınlar para kazanıyorlar, çalıştıran da bir yere para ödemiyor, karşılıklı bir danışıklı dövüş durumu var. Ayrıca işsizlik azalmış gibi görünüyor çünkü şikâyet azalıyor. Geçici bir memnuniyet var baktığımız zaman. Taciz, tecavüz, kadınların cam silerken yüksek yerlerden düşüp ölmesi göz ardı ediliyor. İş nedeniyle meydana gelen bir sakatlığın kendi parasıyla tedavi edilmesi, iş güvencesinin olmaması geçici işsizlik rakamları adına heba ediliyor. Yine kadınlarda eğitimsizlik burada önemli rol oynuyor. Yükseköğretimlerde istihdama giren kadın oranı %72’lere kadar çıkıyor. Hâlbuki ilkokul mezunlarında %7-8, ortaokul-lise mezunlarında %9-11’lerde iş bulabilme imkânı. Bu kadınlar da muhtaç oldukları, iş bulamadıkları için kendiliğinden bir piyasa oluşuyor. Göçmen kadınların çalıştırılmasına ise devlet kayıt koymuştur. Göçmen kadınların çalışma izinleri, oturma izinleri, ki başka piyasaları da kontrol etmek amacıyladır belki, denetleniyor.

“Ev işçiliği standarda kavuşturulmalı”

Kadınların ev işlerinde çalışması dışarda çalışan kadınların kendi ev işlerini başkasının yapmasının sonucunda oluşuyor. Bu başka bir sömürüyü, kadın kadına sömürüyü de getiriyor. Doktor, öğretim görevlisi, mühendis gibi üst düzey görevlerde çalışan kadınlar da bu işin çözümü için çaba harcamıyorlar. Onlar en azından seslerini duyurabilecek bir yerlerdeler ama onların da işine geliyor, birisi geliyor, evdeki işleri görüyor, çocuğa bakıyor. Onlar kendi hizmetlerini o kadına bağlı olarak rahatça yürütebiliyorlar ama o kadınların örgütlenmesi için, sosyal güvencelerinin olması için bir çabaları yok. Bu, o kadının inayetine kalmış. Örneğin bir evde, ev işçisi kadın çok rahat bir şekilde çalışıyor, insanca koşullara sahip ama başka bir evde çok itilip kakılan, horlanan, aşağılanan ama para kazandığı için vazgeçemeyen kadın ev işçileri var. Bu nedenle bu işin de bir standarda kavuşturulması, profesyonel bir iş gibi, kontrol sisteminin ortaya koyulması gerekiyor.

Kadınların çalışma yaşamına, ülke yönetimine dahil olması, kısacası cinsiyete dayalı iş bölümünün ortadan kalkması, eril iktidarın kadınlar lehine yıkılmasını sağlayacak mıdır? Buna yeterli olacak mıdır?

Sosyal bilimlerde geleceğe yönelik, şu olursa bu ortaya çıkacaktır gibi bir tasavvurda bulunamayız belki ama şunu söyleyebiliriz, cinsiyete dayalı işbölümü ortadan kalkarsa; yani biz toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamaya başlarsak, onu değiştirirsek ve insan olarak kadın-erkek eşittir dersek; bu, manevi anlamda değil de somut iş anlamında söylenirse, beyin kafa anlamında da söylenirse; yani kadını da eğitmemiz gerekir, çalışma yaşamına almamız gerekir; ayrıca onun toplumsal cinsiyet rollerindeki işlerini de hafifletmemiz gerekir veya üzerinden almamız gerekir… Konuşmamızın başında söylediğimiz gibi, kamusal alana kadının katılması gerekir. Eğitimi, çalışma alanı ne olursa olsun. Tabi biz burada yeni meslek hiyerarşileri, eğitim hiyerarşileri de çıkarmamalıyız; yüksek öğrenimi bitiren kadın her şeyi bilir, çözümler de tarlada buğdayın tohumunu eken kadın hiçbir şeyi bilmez değil. Onun bilgisi de farklı bir bilgidir; bir annedir, bir kadındır, bir eştir, bir iş yapmaktadır, bir üretim yapmaktadır sonuç olarak. Kadın dediğimiz zaman homojen bir yapılanmadan bahsetmiyoruz. Çok farklı kadın grupları, katmanları var. Çalışan çalışmayan, anne olan bekâr olan, eğitimli-eğitimsiz kadın var. Dolayısıyla bunların hepsinin birden kamusal alanda yer alması, konuşabilmesi, tartışabilmesi, sorunlarını dile getirebilmesi lazım. Kamusal alan, bir toplumdaki bütün ideolojilerin korkmadan sözlerini söyleyebilecekleri alan ve bu alanın devletin güvencesi altında olması gerekir. Devlet bunun için var. Onun için diyoruz, devletin dini, cinsiyeti, etnik kökeni olmaz. Devlet bütün cinsiyetlere, bütün dinlere, bütün etnik kökenlere eşit uzaklıktadır ve temel görevi budur. Yani aşağıda herkes konuşacak, fikri ne olursa olsun ortaya koyacak, tartışacak. En önemlisi bu tartışılanların yukarıya gitmesi için gerekli sivil toplum örgütleri olacak. Türkiye’nin en büyük eksiği bu. Türkiye’de kamusal alanda da bugün en fazla erkek konuşuyor, erkek tartışıyor, erkek iktidara bildirimde bulunuyor. Kadınların kendi hallerini söyleyebilecekleri sivil toplum örgütlenmeleri yok. O sivil toplum örgütlenmelerinin birçoğunda da yine erkekler var. Mesela biraz önce söylediğimiz gibi sendikalar, belediyeler bu konuda önayak olması gerekenler. Kamu zihniyetinden ziyade, yerel birlikler, unsurlar eğer bunu görev edinirlerse ve kanunlar gerçek anlamını bulursa sanıyorum yukarıya doğruda bir zihniyet değişikliği, evrilmesi de gerçekleşecektir. Yani kamusal alanda her kadının konuşabilmesi gerekir. Benim katıldığım birçok toplantıda çağırılanlar hep avukatlar, dernek başkanı, bir partinin kadın kolları başkanı, üniversite öğretim üyeleri oluyor. İlla önümüzde bir sıfatımız olması gerekmiyor. Biz de kendi içimizde hiyerarşiler üretiyoruz. Dolayısıyla o hiyerarşinin dışında kalan kadınlara da yazık oluyor. 8 çocuk büyütmüş, Doğu Anadolu’nun bir köşesinde, çok zor koşullarda yaşayan bir kadından avukatın, öğretim üyesinin, belediye başkanının öğreneceği çok şey var. Ama öğrenemiyoruz çünkü hem erkeklerin hem de kadınların cinsiyet hiyerarşilendirmesi nedeniyle o kadın kamusal alanda sesini duyuramıyor, kendi sesini duyuramıyor. Tamam, erkekler çok ezici bir çoğunlukla kadınların üzerlerine yükleniyorlar, eşitliği engelliyorlar ama kadınlar da kendi içlerinde hiyerarşi üretiyorlar, bazılarını aşağı konuma koyuyorlar, bazılarını yukarı konuma koyuyorlar, o hiyerarşilendirmeyi kendi içlerinde de üretiyorlar. En demokratik, özgür tandanslı kurumlarda da görüyoruz bunu ki daha vahimi o. En azından “ben muhafazakârım kardeşim, ben kabul etmiyorum, kadın erkek eşit değildir” diyeni bir kenara koyuyoruz, anlıyoruz. Ama öbür tarafta çok özgürlükçü çok demokrat ama içeride dinlediği kadın grubu hiyerarşik olarak çok üst bir kadın grubu. Yani biz o Doğudaki 8 çocuklu, kötü koşullarda yaşayan kadının sesi olmaya çalışıyoruz. Neden? O konuşamadığı için mi? Onu kamusal alana katma çabamız eksik, o sivil toplum kuruluşlarını oluşturmamışız. Kadınların bir de bunun üzerinde çalışması lazım. Onun adına ben konuşmamalıyım. O sekiz çocuklu kadının kendine özgü sorunlarını kendisinin anlatabileceği bir yol, bir kanal bulabilmeli.  O hiyerarşilendirmeleri kendi içimizde yapmamamız lazım başka hiyerarşilere karşı çıkarken. Kendi içimizde yeni hiyerarşiler de üretmememiz lazım.

Kaynak: sendika.org | 27 Ocak 2013